Perşembe, Nisan 12, 2007,09:46
Bir anakronizm olarak Türk "ulusalcılığı"
Anakronizm, tarih çalışmalarında, farkında olunmadan düşülen en önemli hatayı oluşturmaktadır. L. Febvre tarafından "tarihçinin karşı karşıya bulunduğu en ciddî tehlike" olarak gösterilen anakronizm, tarihe, içinde yaşanılan zaman merkezli yaklaşım biçiminde kendisini göstermektedir.

Günümüzde ivme kazandığı vurgulanan ve literati arasında toplum genelinin bir hayli üzerinde kabul gören "ulusalcılık" hareketinin fikrî tahlilini yapabilmek oldukça zordur. Düşünsel zemini slogan düzeyini aşamayan bu harekete yönelik yorumlarda genellikle göz ardı edilen önemli hususlardan birisi, hiç şüphesiz, bu ideolojinin anakronik olma özelliğidir. Ulusalcılık olarak adlandırılan bu yaklaşımın söz konusu niteliği o denli baskındır ki, anakroniklikten arındırıldığında ortada herhangi bir içerik kalmamaktadır. Ancak bu içeriksizliğe karşın toplumumuzun geleceği önünde ciddî bir engel olma potansiyelini haiz olan ulusalcılık sanıldığı gibi sadece konjonktürün yarattığı bir ideoloji değildir. Konjonktür sadece resmî söylemimizin sürekli biçimde yeniden ürettiği bu yaklaşımın etkinliğini, sertliğini ve kabul görme oranını etkilemektedir. Nitekim 1968 dünya konjonktürü de toplumumuzun bir "İkinci Kurtuluş Savaşı" vermesinin gerekli olduğu savıyla ortaya çıkan benzeri bir harekete ivme kazandırmıştı. Bu yazıda ulusalcılık ideolojisinin anakronizm hususiyeti çerçevesinde bir tahlili yapılmaya çalışılacaktır.


Eski Yunancada olayları yanlış zamanlandırma anlamına gelen "anakhronismos" kelimesi, Joseph Justus Scaliger'in antik çağın kronolojisini yeniden düzenleyen ve bu dönemin yaygın kabul gördüğü gibi Yunan ve Romalılar ile sınırlı olmayıp Babil, Mısır gibi diğer toplumları da kapsadığını ortaya koyarak çığır açan büyük eseri De Emendatione Temporum sonrasında modern kullanımdaki anlamına kavuşmuş ve Yunancadaki kullanımın aksine isim ve fiil olarak da istimâle başlanmıştır. Pek tabiî tıpkı metaforlar gibi fikirlerimizi daha çarpıcı hale getirmek için ortaya koyduğumuz bilinçli anakronizmleri düşülen yanlışlıklar olarak algılamamak gerekir. Meselâ genellikle edebî anakronizmlerin en çarpıcısı olarak sunulan Sheakespeare'in Julius Caesar'ında Brutus'un arkadaşlarını suikastta kullanacakları yöntem konusunda ikna ettiği an vuran saat, King Lear'de Nero'ya yapılan atıflar, Trolius'da Hektor'un Aristo'yu zikretmesi benzeri yazımlar ciddî zamanlama hataları olmaktan ziyade ortaya konulan fikirleri ya da dramatize edilen olayları daha renkli, çarpıcı yollarla hitap edilen kitleye sunma çabasının ürünleri olarak algılanmalıdır. Nitekim uzmanlar bilhassa beşinci asırda trajedilerde anakronizm kullanılmamasının nadir olduğunu, bunun sanatın tabiî bir aleti olarak kabul edildiğini vurgulamaktadırlar. Modern edebiyatta da Eliot benzeri yazarlar anakronizme sıklıkla başvurmuşlardır.

Anakronizm bize mi özgü?

Benzeri şekilde ciddî akademik çalışmalarda da anakronizm bir çarpıcı hale getirme ya da geçmişi daha iyi anlama aracı olarak kullanılmaktadır. Meselâ Marx, Grundrisse'ye yazdığı girişin yarım bıraktığı bölümünde "Aşil'in barut ve kurşunla, İlyada'nın matbaa makinesiyle var olup olamayacağını" tartışırken, ya da Allen White, Calvin Coolige biyografisini A Puritan in Babylon (Babil'de Bir Püritan) başlığı altında yayınlarken tezlerini hem daha çarpıcı hale getiriyor hem de okuyucularının konuyu daha iyi kavramalarını sağlıyorlardı. Coolige pek tabiî Püritanlar zamanında ve Babil'de yaşamamış olmakla beraber, söz konusu başlık, tıpkı bir metafor gibi, okuyucunun konuya farklı bağlamlarda yaklaşmasını, onu daha iyi kavramsallaştırmasını sağlıyordu.

Bu anlamda bir alet olarak yararlı olabilen anakronizm, bilhassa tarih çalışmalarında, farkında olunmadan düşülen en önemli hatayı oluşturmaktadır. Lucien Febvre tarafından "tarihçinin karşı karşıya bulunduğu en ciddî tehlike" olarak gösterilen anakronizm bilhassa tarihe içinde yaşanılan zaman merkezli yaklaşım biçiminde kendisini göstermektedir. Herbert Butterfield'in The Whig Interpretation of History (1931) adlı ünlü eserinde ortaya koyduğu gibi Anglo-Saxon dünyasında tarihçiler, tarihe Protestanların ve Whiglerin (Charles James Fox liderliğindeki anayasal monarşi taraftarları ve takipçileri) görüşleri çerçevesinde yaklaşıyorlar ve bu hareketlerin başarısı, toplumu kendi görüşleri çerçevesinde şekillendirmiş olmaları nedeniyle günümüzden geçmişe doğru ve günümüzün olumlu gelişmelerini geçmişle ilişkilendirmeye çalışan, geçmişin günümüzü yaratmayı amaçladığı benzeri bir teolojiyi vurgulayan ve günümüzü kutsayan bir tarih yazımını benimsiyorlardı. Butterfield'in Whigvâri (whiggish) tarihçilik olarak nitelendirdiği bu yaklaşım tarihî anakronizmin en yaygın biçimidir. Şüphesiz bu tür tarih yazımı sadece Anglo-Saxon dünyasıyla sınırlı değildir. Butterfield'in Türkçe okuma imkânına sahip bulunmaması ne yazık ki onu tarihe günümüz merkezli, ona teolojik bir amaç yükleyerek günümüzü yaratma vazifesini yükleyen çok daha ilginç bir toplumu ve tarihçilerini tahlilden yoksun bırakmıştır.

Burada toplumumuzun ciddî meselelerinden birine işaret ederken bunun sadece bize özgü bir sorun olmadığının da altını çizmek faydalı olacaktır. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Butterfield bir klasik haline gelen eserinde Anglo-Saxon dünyasında tarih yaratılırken ortaya konulan anakronizmin ne denli kuvvetli olduğunu vurgulamıştı. Fikirleriyle, benimsedikleri ideolojilerle, düşledikleri dünya ile içinde yaşadıkları çağ içinde anakronizm oluşturan bireyler ve hareketler Türk toplumuyla sınırlı değildir ve Don Quixote benzeri karakterler sadece romanlarda yaşamazlar. Geçmişe benzer biçimde yaklaşarak Saddam Hüseyin Irak'ından bir Üçüncü Reich çıkartan Tony Blair ve George W. Bush'un, 2003 yılında günümüzün Türk Kuva-yı Milliyecileri'ne benzer bir Churchillcilik-Rooseveltçilik yapmaya soyunmaları bu alanda verilebilecek ilginç misâllerden birisidir. Aynı şekilde 1945 yılında yüz elli yıl öncesinin rekabetini canlandırarak Avrupa'yı Anglo-Saxon üstünlüğünden kurtarmak ve Fransa'yı Amerika ve SSCB'nin yanında üçüncü süper güç haline getirmeyi düşleyen DeGaulle'un, Ortak Pazar, NATO ve uluslararası para sisteminde ciddî buhranlara neden olan siyasetleri, yaşadığı çağ içinde anakronizm haline gelebiliyordu. Siyaset dışından benzer bir misâl vermek istersek Northrop Fry'ın da dile getirdiği gibi Thomas Carlyle'ın, Osmanlı/Türk entelektüelleri üzerinde de derin tesirler yaratan, "kahramanlar" ve "kahraman tapıcılığı" tezleri Carlyle'ın içinde yaşadığı çağ göz önüne alındığında anakronik olarak nitelendirilebilecek fikirlerdi.

Anakronik tarih temelli ideolojiye

Türk tarihçiliğinin ve bilhassa resmî tarihçiliğinin günümüz merkezli, geçmişe modern, laik Türkiye Cumhuriyeti'ni yaratma vazifesini yükleyerek bir "amaç" atfeden, ona kutsanan bir altın çağ ve kahramanlarının bakış açısından yaklaşan yaklaşımı sadece Butterfield'in Anglo-Saxon dünyasında işaret ettiklerine benzer sorunlar yaratmakla kalmamıştır. Tarihe böyle bir amaç yüklenmesi ve onun sürekli olarak retrospektif biçimde yaratılması toplumumuzda ciddî bir "tarihselleştirememe" veya daha uygun bir tabirle "tarihsizlik" sorunu yaratmıştır. Tarihin bu denli anakronik bir yaklaşım ve günümüz değerleriyle ele alınması neticesinde günümüz ve altın çağımızdan bakılmaksızın yaklaşılamayan ve açıklanamayan bir geçmiş yaratılmıştır. Benzer şekilde tarihin, onun içindeki karmaşık gelişmelerin günümüzü yaratma amacı dışında bir gayelerinin olamayacağının kabulü (bizatihi tarihe amaçsızlık atfetmenin ise tartışma dışı bırakıldığı) bu konuda dünyadaki en uç misâllerden birine sahip olmamızı sağlamıştır. Tarihçiliğimizin böylesi bir anakronizmle malul olmasının tabiî karşılanması, hatta bunun da ötesinde tarihe böyle yaklaşılmasının gerekli olduğunun düşünülmesi, toplumumuzun geçmişi kavraması kadar güne ve içinde yaşanılan çağın gerekliliklerine cevap vermesinin önünde ciddî bir engel olmaktadır. Merhum Niyazi Berkes'in ciddî bir çalışma ürünü olmakla beraber, Osmanlı geçmişine modern, laik Türkiye'sini yaratma vazifesini vererek tarihi, her türlü aktörden arındırarak, olumlu-olumsuz değerler yüklenen soyut fikirlerin çatışması düzeyine indirgeyen Türkiye'de 'Çağdaşlaşma' eserinin önde gelen misâli olduğu böylesi tarihçilik, geçmişi anlamamızı kolaylaştırmamakta, tersine zorlaştırmaktadır. Berkes'in akademik kalitesi ve vukufundan yoksun kimselerin elinde daha karikatürize bir hal alan bu yaklaşım neticede anakronik bir tarih yaratmakla kalmayıp günümüzü de kendi gerçekliğinden soyutlayarak bu zaviyeden yeniden yaratmaktadır. Şu Çılgın Türkler benzeri çalışmalarla ortaya konulan ve Enver Hoca Arnavutluğu'ndaki sloganları andıran "dünya emperyalizminin asırlardır değişmeyen hedefi Türkiye olmuştur ve halen de öyledir" tezi ise arada olanları bir paranteze sokarak ve tarihî bağlamından soyutlayarak günümüzle eklemleştirdiğimiz geçmişi kendimiz dışında herkesle mücadele etme nedeni olarak görmemize neden olmaktadır. Böylesi bir tarihi topluma benimsettirmek için yıllardır her türlü aracı kullanan toplumumuzda yirmi birinci asırda Kuva-yı Milliye hareket ve teşkilâtı örgütlemesi benzeri bir anakronizmin ortaya çıkması bizi şaşırtmamalıdır. Başka bir ifadeyle ilkokul müsameresinden yakın tarih araştırmasına, günün anlam ve önemini dile getiren nutuklardan gazete köşesine, yarattığımız sembollerden romana kadar her alanda böylesi bir anakronizmi sürekli biçimde yeniden üreten bir toplumun 2007 yılında, 1919 koşulları çerçevesinde harekete geçmenin gerekli olduğu tezini işleyen bir ideoloji yaratmasında pek de şaşılacak bir husus bulunmamaktadır. Bu hareketin slogan düzeyini aşamayan fikrî sığlığına karşın literati arasında gördüğü ilgiyi de ancak toplumumuzun bu tür bir tarih anlayışını içselleştirmiş olmasıyla açıklayabiliriz.

Bir anakronizm olarak ulusalcılık ve toplumumuzun geleceği

Günümüzde 1919'u 2007 değerleri ile yeniden yaratarak, 2007 yılında 1919 koşullarının mümkün ve zaruri kıldığı bir hareket örgütlenmesi yarattığımız anakronizmin tabiî bir sonucudur. Bu anakronizm sayesindedir ki iktisadî özelleştirme "kapitülâsyon", AB savunuculuğu "yabancı işgalci işbirlikçiliği", basında farklı tezler savunma "mütareke gazeteciliği" benzeri kavramlarla özdeşleştirilmekte ve hayalî bir İstiklâl Harbi örgütlenmektedir. Bunun ise romantikleştirerek yarattığımız 1919'un yeniden üretilmesiyle ilişkili olduğu kuşkusuzdur. İlginçtir ki anakronizmden arındırıldığında (pek tabiî bu ancak kuramsal olarak yapılabilir, uygulamada imkânsızdır) Türk ulusalcılığının içeriği de buharlaşmaktadır. Sıklıkla iddia edilenin tersine bu hareket bir milliyetçilik tezahürü değildir. Nitekim bu ideoloji tarihî süreç içinde ortaya çıkan milliyetçiliği benimseyen kesimlerden fazla destek alamamaktadır. Ancak ulusalcılığın sadece yakın dönemde uygulanan siyasetlerin ve konjonktürün neticesi olduğunu var saymak da doğru değildir. Ulusalcılık toplumumuzun tarihe bakışı, onu resmî düzeyde yeniden üretmesinin tabiî bir neticesidir ve bu denli belirgin biçimle ifade olunmamakla beraber resmî söylemin satır aralarından hiçbir zaman eksik olmamıştır.

Yukarıda işaret etmeye çalıştığımız gibi bu tür bir anakronizm sadece toplumumuza özgün değildir. Her toplumda farklı dönemlerde bu tür ideolojiler ortaya çıkabilmekte, bazen konjonktürün de yardımıyla, ciddî sayıda taraftar da bulabilmektedirler. Toplumumuzda karşılaşılan mesele bu tür bir anakronizm ve onun tabiî neticesi olan ideolojinin sürekli biçimde yeniden üretilmesidir. Pek tabiî bu da Türkiye'ye has bir olgu değildir. 1878 tarihinden itibaren (San Stefano Bulgaristanı'nın Berlin Kongresi'nce küçültülmesinden sonra) "tüm dünyanın sürekli aleyhlerine çalıştığı" tezini sürekli olarak yeniden üreten Bulgaristan yakın döneme kadar benzeri sorunlarla boğuşmak zorunda kalmıştır. Türkiye'nin bilim-kurgu filmlerinin sık biçimde kullandığı temalardan biri olan zaman içinde seyahat eden birey misâli yaşamasının doğurduğu sakıncalar ise zannedildiğinden fazladır. Hiç değilse söz konusu bilim-kurgu kahramanları seyahat ettikleri zaman dilimine ait olmadıklarının farkındadırlar. Bunun dahi bilincinde olmadan ve çağı anlama, onun gerçekliğini kavrama, toplumumuzu onun gereklerine uydurmaya çalışma yerine içe kapanma, tüm dünyayı düşman görme, tüm gelişmeleri komplo kuramlarıyla açıklayan ve onlara "ihanet", "tehdit" parametreleriyle yaklaşan bir ideolojiyi sürekli biçimde yeniden üretme, bir anlamda, toplumumuzun geleceğini tehlikeye atmaktır. Türkiye'de 2007 yılında metaforik, Sezar Roma'sında saat çalması benzeri değil, gerçek anlamda Kuva-yı Milliye hareketi örgütlenmeye çalışılmaktadır. Halbuki Türkiye 1919 yılında, anakronik yaklaşımlar üretmek yerine günün koşullarını, gereklerini kavrayan bir kadro tarafından yönetilmesi sayesinde karşılaştığı devâsâ meselelerin hakkından gelmeyi başarabilmişti. 1983 seçimleri sonrasında, altın çağcılık ve anakronik tezleri savunma yerine "çağı kavrama ve yakalama" hedefli siyasetleri benimseyen Türk siyaseti ise tarihinin en ciddî sıçramalarından birisini gerçekleştirmişti. Bu zaviyeden bakıldığında ulusalcılık benzeri bir ideolojinin konjonktürün de yardımıyla ivme kazanması gerçekten de endişe edilmesi gereken bir gelişmedir. Ancak bu alanda yapmamız gerekenin ulusalcılık sığlığında, anakronizm dışında içeriği bulunmayan bir ideolojiye kızmak yerine onu sürekli biçimde yeniden üreten ve konjonktür elver diğinde güçlendiren yapısal nedenleri ortadan kaldırmaktır. Tarihi nasıl anakronik biçimde yeniden ürettiğinin ve geçmişi tarihselleştiremediğinin farkında dahi olmayan ve bunun yarattığı sorunlarla, Yunan ders kitaplarındaki Türk imajının iyileştirilmesi (bunun ne denli olumlu ve gerekli bir girişim olduğu aşikârdır) teşebbüsleri kadar ilgilenmeyen bir toplumun söz konusu hedefe ulaşması ise maalesef zannedildiğinden daha zordur.

M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
12 Nisan 2007, Perşembe